10 Temmuz 2010 Cumartesi

Xaki G. Bargin: Ararat’ın öksüzlüğü

Ararat yapayalnız bırakılmış bir dağ. Karlar başını örter, rüzgârlar çığlıklar atarak dolana durur etrafında, ama eteklerinde her zaman saklı bir şeyleri olmuştur bu dağın. Yaralı ve acılıdır. Çocukları için biriktirdiği yemişleri eteğinde gizlemiştir. Her bahar yenilenir küllerinde…


Ararat bir ana ama öksüz olanından. Öksüzlük çaresiz bir yalnızlıktır. Yalnız çocuklar değil, bazen de bir anne öksüz kalabiliyormuş. Çocukları kendisinden çalınalı öksüz kalmıştır. Yalnız öksüz değil tanımsız acılara mahkûm edilmiş bir yalnızlığı da var Ararat’ın.

O bir dağ değil, tanrının tufanına rağmen yaşamı yeşertebilen doğurgan bir kadın. Çocukları henüz süt bebeleriyken kendisinden koparılan bir ana. Öyle bahtsız ki, Nuh‘u ümmetiyle Tufan’da koruma becerisi gösterirken, yavrularını tanrının tufanına bile rahmet okutacak İttihatçı ırkçı Türklerden ve de Hamidiye alaylarının estirdiği vahşi zulmünden koruyamamış.

Buna rağmen tanrıya duasını esirgememiştir. Yüzündeki her çizgide bir uygarlık saklı.

Tanrının kendi gözüne çomak soktuğu anda kılıçtan ve kurşunlardan geçirildi körpe çocukları.

Tanrı bile görmek istemedi Ermeni denen bu halkın çaresiz çığlıklarını. Bir Yaşar Kemal gördü, o da her nedense romanlarından işleme gereğini duymamıştı. Aslen Vanlıydı Van’ı anlatırdı, ama Ararat’ın çocuklarından söz etmemişti, belki de edememişti. Sadece yaşam hikâyesini Alain Bosquet’ye anlatırken biyografisinin bir anekdotu olarak kaldı Ararat’ın ve çocuklarının trajedisi. Yaşam hikâyesini anlatmasaydı bilmeyecektik avcıların atlarıyla çocuk avına çıktıklarını, binlerce çocuğun aç susuz sürüler gibi dağlara serpiştirildiğini ve de toprağın kukusunu yitirip çocuk ve bebe koktuğunu.

Bu çocuklar anne ve babaları gibi sicilli, anlayacağınız Ararat’ın kutsal çocukları ama „gâvur“.

Ararat sessiz ve acılarıyla yığılmış oracıkta, gözyaşları göle, duyguları ise sis‘e dönüşmüş. Başında kar beyazlığında bir yazma ile suçsuzluğunu, eteklerindeki yemişleriyle üretkenliğini ve de ruhunda dolaşan bulutlarla karmaşık ve yaralı duygularını anlatmak istediyse de, duyanı pek olmadı.

Gün, Nisan 24’ü yıl ise 1915‘i gösteriyordu. Ferman buyurmuştu İttihatçı katil ırkçı paşalar. Bu ırkçı İttihatçılar’ın süvarileri olan Topal Osman gibi katillerin başında bulunduğu çeteler ve Hamidiye Alayları kılıçlarını ve fişeklerini kuşanmıştılar. Bununla da sınırlı değildi; birlikte yaşadıkları Türk ve Kürt komşularının yağma ve talan hırsları komşularına olan sevgi, acıma ve şefkat duygularından ağır basmıştı. Ermeni komşularının mallarına konulurken, çocukları ve yaşlı kadınları katledilirken, güzel kız ve kadınlarına da artık mülk gözüyle bakılırdı. Erkeğin çok değer gördüğü egemen feodal Türk ve Kürt toplumda Ermeni delikanlıları Yalnızca bir avdı…

Ayrıca bu komşular günde beş vakit ibadet saatlerini kaçırmayan dini bütün Müslümanlardı. Ve de kendilerinin dualarını kabul eden kendilerine çok benzeyen bir de tanrıları vardı. Çocuk ve yaşlıları öldürme, kadınlara tecavüz etme kahramanlıklarını yedi düvele sığdıramayan bu komşular, merhametleriyle de taş eritirlerdi…

Göz gördüğünü görürmüş, akıl kafasındakini düşünürmüş, kulakta istediğini işitirmiş. Ne kadar hileliymiş be bu hayat!...

Yaşlıdır Ararat. Adlarını ve de yaşadıkları zulmü unutamayacağı milyonlarca çocuk doğurmuştur. Çığlığa dönüşen rüzgar ritimli sesinde kendisi uyanır.. Bazen ağıt, bazen şarkı ve bazen de bir enstrumanda melodi olur çığlığı. Kederi dağ gibi biriken dertli ve yaralı bir ağıttır Ararat…

Kim demiştir Civan Gasparyan’ın „duduk“ çaldığını, bu dağın kederli ve acılı sesidir duduktan melodiye dönüşen. Yok yok binlerce çocuğun ve bebenin süngü uçlarındaki çığlığının rüzgara dönüşüp duduktan seslenişidir. Duduk artık bir ensturman değil, sadece bir şin şiwandır…

Utandınız mı yoksa. Yüz mü var ki utanılsın. Başkalarının memleketi mülkünüz olalı beri yüz mü kaldı sizlerde.… Ne de soyluymuş atalarınız, kırım ganimetleriyle çocuklarını yedirip içirip adı şanı olan mekteplere gönderirken.

Ganimetleri meşrulaştıran “üzümü ye ama bağını sorma“ diye bir de “atasözü“ icat etmişlerdi bu adı şanı dünyaya yayılan atalarınız. Ne sözmüş ama… Ne de çok ahlaklı ve erdemliymiş bu atalar. „Üzümü ye bağını sorma“sözü artık sizlerin yaşam felsefesinin özeti oldu..

Daha sonraları kendileri gibi üzümü yiyen ama bağını sormayan çocukları oldu bu İttihatçı ve Hamidiyeci aşiretlerin.

Dede ve babalarının „soyluluğuyla“ ve de gittiği okullarla övüne dururlar. Nedense bu soyu bilinen soylular hep bağını bilmedikleri üzümü severler. Ne güzel bir söz değil mi „üzümü ye ama bağını sorma“. Atasözü olunca böyle olur.

Peygamberleri savaşta yaralanmış bizim gibi toplumların ecdatlarına leke sürmek istiyorlar değil mi?

Ganimetçi ve katil değildik de birileri bizleri karalamak istiyordu. Politikacılarınız burunlarından kıl aldırmaz gibi “ceddimizin soykırım yaptığını bizlere söylettiremezsiniz“ diyorlardı. Katil ve ganimetçi soyluları da ilk defa görüyoruz. Dünyadaki bütün icatların altında atalarınızın adları yazılıydı ama nedense okumasını beceremiyorduk. Gelişmişliğinizden olsa gerek arşa değerdi başlarınız!…

Biz yapmadık bu soykırımı,1.5-2 milyon Ermeni Nisan ayının üşüten sıcaklığından buharlaşan suya dönüştü. Üstelik onlar insan değildi “gâvur“du, nesine acınılacaktı ki!

Osmanlının sınırları dâhilindeki tüm etnik kesimlerin 1918 önceki sayıları 13 milyon olduğu bilinen bir gerçek olarak karşımızda durmakta. İki milyon olan Ermenileri bu 13 milyondan çıkarırsak 11 milyonluk Türk ve Kürt’ten 80 milyon nüfus çıkar da, ama Ermeniler Türk ve Kürtler gibi sekiz kat artıp 16 milyona çıkmaz, aksine 40 bine düşer.

Ne garip değil mi „üzümü ye bağını sorma“ atasözünü hayat felsefesi edinen bizler durmadan çoğalırken, bağını sorarak üzüm yemeye alışık Ermeniler’in sayıları dramatik bir şekilde azalıyordu

Köylü kurnazlığı zeki, üretken ve kentli olmamızı engellemiş. Bundan olsa gerek bilgiyle ilişkimiz hep sorunlu olmuştur. Kitap okumaktansa özetleri severiz genellikle. İnsanlığın kültür mirasına katkımız sadece şiddetle sınırlı.

9 Nisan 2010’da Kürdistan Post’ta“Ermeni ülkücünün Kürt nefreti“ diye bir röportaj okudum. Gözlerime inanamadım. Bir de Kurbanlarımızdan sevgi beklentimiz yok mu bizim! Bir Ermeni’den ülkücü nasıl çıktığını anlamaktan güçlük çektiğim için bu makale aracılığıyla röportajı Türkçeye çeviren Kamiz Sedadi‘ye sorma gereği duyuyorum. Mutlaka bizi aydınlatacak bir bilgisi vardır diye de düşündüm…

Kollektiv olarak suçlu olan halkların kurbanlarından sevgi beklentisi içinde olmalarının mantığını anlamaktan güçlük çektiğimi gizleyemeyeceğim. Bir Ermeninin bir Kürt’ü ve de Türk’ü sevme gerekçesi ne olabilir diye de sormak gerekir.

Ah Ararat ah, sen Nuh’u ile ümmetini kurtaracağına tertele denen o vahşi kırımda halkını kurtarmayı becerseydin, bugün bizler perişan kalmayacaktık.

Ağıtların bizi zamansız yaşlandırmakta, çığlıkların yüreğimizde. Bebelerin büyüyemediler halen körpe yaşlarındalar. Dokunmayın bugün 1915 olmasa da Nisan’ın 24’düdür. Çocuklarını başına toplayan travmalı yaşlı bir dağ olan Ararat‘ın belki de zamansız ölümlere kurban verdiği bebelerine söyleyecek ninnileri vardır. Doksan beş yıl sonra da olsa bizi merhamete davet eden bir ağıtı mutlaka saklamıştır bir yerlerinde...

Üzülmemelisin, hiç değilse ağıtlarına karşın övünmeye değer bağını bilmedikleri üzümleri yeme erdemsizliği göstermeyen onurlu ve bilgili çocukların var senin. Hey Ararat, artık at üstündeki bu kasvetli üşümüşlüğünü, kırıma verdiğin çocuklarından sana yalnızca acıları arta kalamaz, mutlaka bir yerlerde saklı duran sevinçleri de olmalı. Bu sevinçlerle renklendir yaşamı ve umutlu kıl bizleri kardeşçe yaşanılası bir yaşama dair. Hiç olmazsa kırıma istemeden verdiğin çocuklarının çocuksu simli düşlerinin anısı için yap bunu… Anlat bizlere yeniden Nuh’u ve ümmetini nasıl kurtardığını…

Bağrı yanık yaşlı Ararat, al beni bu yalnızlığımda koynunda sakla, bembeyaz gelinliği andıran karınla ört beni, yoksa üşürüm… Hüzünlü olsa da, sana acı da verse, sen gene beni Civan Gasparyan‘nın dudukuyla uyutmaya çalış… „Dile yaman“‘ı da Isabel Bayrakdarian o büyüleyici sesiyle söylesin ki, tarihli ve bellekli kalayım…

Ah Ararat ah insanı lallaştıran bir kırımdan çocuklarını yitirerek öksüz kalan kederli dertli anam benim.
Duydum ki “çocuklarım gideli aydınlığa hasret bir toprak olarak kaldım“ diyormuşsun.

Ah Ararat sen onlarsız dertli ve öksüz, çocukların da sensizlikte tanımsız acılarıyla kuytuluklarında saklı, bizlerin de boyunları ecdat suçlarından dolayı doğrulmamak üzere eğri kaldı…

Üzülme be Ararat hiç değilse sen yaşam ve tanrıdan alacaklı kaldın!...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder